ATATÜRK
  ATATÜTK VE ESERLERİ
 


Hareketli Bayrak ve Ataturk


Bildirime bir soru ile başlamak istiyorum: Geniş kitle bir tarih kitabını mı okur yoksa bir romanı mı? Bu sorunun cevabı belki de sorulmasını abes kılacak kadar açıktır. Tarih yerine psikoloji, sosyoloji ve diğer ilimlerden birinin adı konulabileceği gibi, roman yerine de efsane, destan, hikâye, tiyatro veya şiir türlerinden biri de konulabilir. Burada ilim ile sanat arasındaki fark kendisini gösterir. İlim somut vakıalardan da hareket etse, soyut ve genel plânda kalır, sanat ise soyutun somut hale getirilmesi ve muhayyile ile yeniden canlandırılmasıdır. Bundan dolayıdır ki geniş kitleye çeşitli ilimler, olaylar hakkında bilgi, bunların sanat eseri haline getirilmiş şekilleriyle daha kolay verilir. En eski çağlardan beri destanlar bir milletin sadece başından geçen olayları hikâye etmekle kalmaz, o milletin örfünü, hayallerini de ortaya koyar. Günümüzde destanların yerini ortaklaşa seyredilip tadıldıkları için aslında sinema ve daha yaygın bir iletişim aracı olan televizyon almıştır. Ancak bütün gelişmiş ülkelerde, bu güçlü iletişim aracının programlarını besleyen güçlü bir kültür, teknik ve sanat bulunmaktadır. Bu güçlü besleyici kaynak ve bu kaynaktan yararlanmasını bilen teknik kadro ile bütün ülkeler kendi milletlerinin geleceği ile ilgili her türlü propagandayı da yapmakta, milletlerinin millî şuurlarını daima geliştirmekte ve böylece her gün biraz daha kuvvetlenen kozmopolit akımlara karşı durmaktadırlar.

Tarih elbette ki bu kaynaklar içinde en önemli ve millî şuurun oluşmasındaki en güçlü tesire sahip olanıdır. Yine şu soruyu sormak isterim. Bugün biz Amerika kıtasının nasıl Amerikalının vatanı haline geldiğini biliyor muyuz? Bu soruya rahatça evet deriz de, bin yıl önce geldiğimiz ve yerleştiğimiz Anadolu’ya geliş ve bu toprakları vatan edinme maceramızı biliyor muyuz sorusuna evet diyemeyiz. Biraz daha yakına gelince, milletimizin ve anavatanımızın yeniden doğuş hikâyesini biliyor muyuz sorusu da aynı sessizlikle karşılaşmaktadır. Millî Mücadelemizin önderini tanıyor muyuz sorusu da bizi sadece tarihî birtakım bilgilerin sıralanması, bazı anekdotların anlatılması ile karşı karşıya bırakabilecek bir sorudur.

Kişilerin, kendi sahip oldukları tarih bilgileri ve belirli bakış açılarıyla ortaya konan tarihî eserleri değerlendirmeleri, sanatçılarımızı bir bakıma ürkütmüştür. Hele bu konu, Atatürk gibi müstesna şahsiyetiyle, millî sembol oluşuyla hepimizin, hakkında yüzlerce sanat eseri yazılıp, yüzlerce tiyatroya, filme konu olmasını dilediğimiz, bir şahsiyetle ilgili olursa yazarlarımızın çekingenliğine hak vermemek de imkansızlaşır.

Atatürk’ü bir şahıs olarak alan eserleri hatıralar, röportajlar, roman ve hikâyeler, tiyatro, deneme ve şiirler olarak gruplandırmak mümkündür. Atatürk birçok şiirde işlenmiştir, ancak sadece birkaçı güzeldir ve hatırlarda kalmıştır. Atatürk’ü tanımak, hatta onu sadece görmek saadetine erişenler, onun çeşitli cephelerden portrelerini bize aktarmışlardır. Bu hatıralar binbir teferruatla doludur ve bize Atatürk’ü, yaşayan kişiliği ile verir. Bu hatıralardan bazıları tarihî ve siyasî incelemelerde malzeme olarak kullanılır, ancak henüz edebiyatçılarımız bunlardan faydalanmamaktadırlar. Bu arada, hatıraları kullanmanın daima tehlikeli olduğunu da belirtmek gerekir. Hele Atatürk’ü yakından tanıyanlar ömürlerini tamamlayıp dünyadan çekildikçe, onu tesadüfen görmüş olanlar, kendilerini Atatürk’ün yakınına yerleştirmeye ve sahte hatıralar anlatmaya başlamışlardır. Bunlar arasında kasıtla yapılanlar olabileceği gibi, zamanla hafızanın berraklığını kaybetmesiyle meydana gelen sapmalar da bulunur.

Atatürk ile ilk röportajı yapmış bulunan Ruşen Eşref Ünaydın başta olmak üzere, Halide Edib Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yunus Nadi, Ahmet Emin Yalman, İsmail Habib Sevük, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Hidayet gibi yazar ve gazetecilerimizin yanında Atatürk’ün silâh ve siyaset arkadaşlarının hatıraları da bize onun birbirinden farklı cephelerini gösteren önemli anları verir. Bütün bunlar sayesinde biz Atatürk’ü sadece devlet kuran, zafer kazanan, fikirden ibaret bir şahsiyet olarak değil, aynı zamanda yaşayan canlı bir şahsiyet olarak da bütün insan sıcaklığıyla tanırız.

Onu bize ilerde filmlerle de zihinlerde ölümsüz izler bırakacak şekilde tanıtacak ve şahsiyetinin şahsî, millî ve evrensel noktalarını ortaya koyacak eserler arasında tiyatro, roman yer alır. Şimdiye kadar bu sahalarda neler yapılmış olduğunu şöylece gözden geçirelim.

Atatürk’ün tiyatro sahasında bir şahsiyet olarak ele alındığı eserler azdır. Gazi ‘nin metni elimizde değildir, Münir Hayri Egeli’nin yazdığı ve Atatürk’ün kendi el yazısı ile bazı düzeltmelerin yapıldığı Bay Önder, onu destan kahramanı olarak alır, bir tiyatro eserinden ziyade manzum bir parçadır. Uzun yıllar On Kasım törenlerinde bu eserin tesiri hissedilirdi. Atatürk hakkındaki güzel bir oyun Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kahraman adlı tiyatro eseridir. Bu oyunda Atatürk, o devirde yazılmış olan romanlarda da görüldüğü gibi kişileri mücadeleye iten, canlandırıcı bir güç olarak işlenir ve kendisi sahneye çıkmaz. Onun varlığını, biz başka kişiler üzerindeki tesiriyle hissederiz. 1938’de yazılan ve “destan” diye tanıtılan Kahraman, basit fakat iyi kurulmuş bir oyundur. Ulaşım ve haberleşme imkânlarının az ve güç olduğu I. Dünya Savaşı sonrası günlerde bir köy hanında ümitsizlik hâkimdir. Fakat bir asker, vatanı kurtaracak bir kahramanın ortaya çıktığı haberi ve hana gelen yolcuların bu kahraman hakkında peş-peşe verdikleri yeni haberler bir ümit başlatır. Tam o sırada kahraman hanın önüne gelir ve handakiler onunla karşılaşırlar. Bu karşılaşma, aşkı uğruna vaktiyle askerden kaçan, bu yüzden de sevgilisinin çavuş babasının gözünden düşen Hüseyin’i bile içten değiştirir. O ana kadar “hasta bir dal” iken, savaşa gönüllü katılmaya hazır bir canlılığa kavuşur.

Bu oyunlarda Atatürk’ün doğrudan doğruya görünmeyişi, henüz o tarihlerde hayatta olan Atatürk’ü temsil edecek bir oyuncunun bile düşünülememesiyle açıklanabilir.

Atatürk hakkında yazılmış bir oyun ise İstanbul Amerikan Hastahanesi Başhekimi (medical director) Rolf Lium’un üç perdelik Kemal adlı İngilizce oyunudur. İsviçre’de basılmıştır, pek tiyatro niteliği taşımaz. Burada da saray ile saraya karşı mücadele içinde Atatürk, yazarın sezebildiği kadarıyla verilir. Yabancıların yazdıkları eserlerde daima bazı noktaların belirdiği görülür. Bunların başında Türkleri sevimsiz göstermek gelir. Atatürk’ün burada anlatılışının tarihî gerçeklerden tamamen uzaklaşmasının yanı sıra bir diğer özellik de birtakım Amerikan filmlerinin ideal kovboy kahramanlarına benzetilmiş olmasıdır. Pervasız, duygusuz içki ve kadın düşkünü, hatta İzmir’in yanışından bahsedilen sahnelerde, bir çeşit Neron çehresi ile klişe bir tip haline sokulmuştur.

Romanlarda Atatürk’ün müstakil bir karakter ve şahsiyet olarak alınmasına gelince, o bütün Millî Mücadele edebiyatımızda kişiler üzerindeki tesiriyle kendisini gösterir. Onu cephede, en buhranlı günlerde görmüş olan romancılar, görülen şahsın ruhî portresini de çizmiş ve onu romanlarının karakterlerine tesiri açısından incelemişlerdir.

Özellikle Halide Edib ve Yakup Kadri, Atatürk’ün yaygınlaştırdığı bazı ortak duygu ve fikirleri de eserlerinde aksettiler. Bunların başında millet olma şuuruna ulaşma, millî hâkimiyete inanma ve kötümserlikten sıyrılma ve Anadolu mekânında ve insanında yeni bir mânâ bulma sayılabilir.

Gerek Halide Edib gerek Yakup Kadri kendi şahsî tecrübelerini romanlarının kahramanlarına aksettirmişlerdir. Her iki yazar da ondaki destanî çehreyi anlatmakla beraber, Yakup Kadri onda ayrıca trajik bir boyut da bulur. O kendisini millete adadığı için, ferdî hayatını kaybetmiş şahsiyettir. O, artık şahsî isteklerini daima ülke ve millet çıkarlarına feda edecek bir trajedi kahramanıdır. Yakup Kadri Atatürk hakkında en manâlı dikkatlere sahip olan yazarımızdır. O, Atatürk ve inkılâplar etrafında yapılan “bir nevi beylik edebiyat”tan hiç hoşlanmadığını, bu tür edebiyatın Atatürk’ü halktan uzaklaştırdığını açıkça yazar. Panorama adlı çok dikkate değer romanında Atatürk’ün ölümünün önder ile halkı yeniden birleştirdiğini belirtir: “Milletin binbir türlü ıztırabından doğma o trajik irade gene millete dönmüş, millete mal olmuş, milletin ruhuna karışmıştır. Bugünden itibaren halk, artık onun kim olduğunu bir alay samimiyetsiz ve patavatsız bir alay zoraki yorumcudan öğrenip anlamaya muhtaç değildi. Bu halkı teşkil eden yığınların her biri onu kendine göre yorumlayacak, ona kendi düşüncelerine göre bir hüviyet verecekti. Ve millî kahraman şahsiyeti, birliğini asıl bu yoldan bulacaktı.”(s. 300)

Halide Edib’in Ateşten Gömlek romanında ve hikâyelerinde Yakup Kadri’nin Taban ve Sodom ve Gomore ile Ankara romanlarında destan çehresiyle tezahür eden Atatürk”, devrin ikinci derecedeki romanlarında da yer alır. Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızımda vatan savunmasında rol alan iki genç Ata’nın elini öperek birbirlerine kavuşurlar O, sadece milletini kurtaran değil, sevgilileri de birbirlerine kavuşturandır.

Daha sonra yazılan ve Millî Mücadele dönemini konu alan eserlerde de Atatürk anlatılır, fakat bunların hiçbirinde O, eserin esas kahramanı değildir. Yazarlarımızın hayata bakışları ne olursa olsun hepsi anlattıkları hikâyelerin zeminini oluşturan kişi olarak Atatürk’ten bahsederler. Bazı eserlerde O, olayları, kişileri aydınlatan bir merkezdir. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa, Yağmur Beklerken adlı romanlarında Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu, Yol Ayrımı romanlarında, Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal İsyan’ında Atatürk’ten bahsedilir. Bunlardan Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nda Atatürk suikastçılar açısından görülür. Okurken bir Türk olarak insanı rahatsız eden, fakat roman tekniği açısından iyi bir yapıya sahip olan bu eserde Atatürk ortada görülmez. Onun suçları cezasız bırakmayacak şahsiyeti ve gücü suçlular açısından verilir. Böylece, suçlu olmakla beraber, korkan, kaçan, perişan durumdaki kişilerin acıları somutlaştırılmış olur ve suçları âdeta arka plâna itilir.

1984 yılında Yılmaz Gürbüz’ün Acılar Masal Oldu adlı romanı yayınlandı. Burada Atatürk’ün annesi ve babasının gençlik yılları, Mustafa Kemal’in çocukluğu, çok canlı bir şekilde anlatılmaktadır. Atatürk’ün çocukluğunu geçirdiği çevre, Türk-Müslüman düşmanlığının yoğun olarak yaşandığı Balkan şehirleri, insan-mekân-düşünce münasebeti ile ele alınmakta, tesirli ve canlı bir şekilde ifade edilmektedir.

Genç romancılarımızdan Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Ailesi adlı romanında da Atatürk’ün ölümünden ve bu acının kişiler üzerindeki tesirinden bahsedilir. Eserde ayrıca Atatürk’ün fikir ve düşünceleri de aydınlarca tartışılır.

Bütün bu romanlara baktığımızda, yazarların ya şahsî gözlemlerini başkalarına aktardıkları veya duyduklarını, okuduklarını yine eserlerinin kahramanlarına izafe ettikleri görülür. Belki yeniden doğuş günlerinin şahidi yazarlarımız, bu destanın kahramanını bir mesafenin ardından anlatmak ihtiyacını hissetmişlerdir. Zira edebî eserlerde istenilen tesirin uyanması biraz da estetik mesafeye bağlıdır. Halide Edib “Duatepe” adlı hikâyesinde savaş ateşini seyrederken şöyle der: “Azaptan, baruttan, heyecandan kararmış yüzleriyle ateşe ve ölüme atılan zabit, nefer, kumandan, bunlar kendileri de anlayamayacak kadar büyüktürler. Bunları görebilmek için elli sene ileri gidip uzaktan bakmak lâzımdır. Çünkü onların kalplerini ve yüzlerini görmek için bizim bulunduğumuz yer kâfi değildir.” Ayrıca, Atatürk’ün zengin ve büyüleyici şahsiyetini aynı güçte aksettirememe endişesinin, sanatkârlarımızı ihtiyata sevkettiği de düşünülebilir.

Böylesine bir ihtiyat yabancı romancılar için söz konusu olmamıştır. Batı dillerinde Atatürk hakkında birçok hatırat ve biyografi kitapları bulunduğu gibi, onun hayatını romanlaştıran birkaç yazar da vardır. İngilizce yayınlanmış romanlardan Ann Bridge’in The Dark Moment (1952), Ray Brock’un The Ghost on Horseback: The Incredible Atatürk ve Catherine I Gavin’in The House of War (1970), ve Denis Wheatley’in The Eunuch of Stanboul’u zikretmek istiyorum. Bunlardan Ann Bridge’in eseri Türkçeye de İzmir Ateşler içinde adıyla çevrilmiştir.

Bu romanlardan hiçbiri büyük bir edebî değer taşımaz. Daha ziyade serüven romanları olarak düşünülmüş, belki de uzak ve egzotik bir hava vermek maksadıyla mekân Türkiye’ye nakledilmiştir. İnanılmayacak hayalî unsurlarla dolu olan bu romanların yazarları, elbette Atatürk ve devri hakkında yazılmış bazı kaynaklardan faydalanmışlardır. Yabancıların sık sık tekrarladıkları bazı anafikirler bu kitaplarda da karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayı bu noktaları işaret etmeyi yerinde buluyorum.

Millî Mücadele sırasında Türkiye’ye gelmiş olan gazeteciler arasında bazı kadınların bulunması, romancıların hayal gücünü harekete geçirmiş ve bu güzel kadınlar ile Atatürk arasında bir gönül macerası hayal ettirmiştir. Savaş sırasında Türkiye’ye gelmiş olan kadın yazarların başında Berte Gaulis bulunur. Onu İngiliz gazeteci Grace Ellison, heykeltıraş ve gazeteci Claire Sheridan takip eder. Onların intibaları, sanıyorum, bu romancılara da kaynak olmuştur. Nazik, misafirperver bir ev sahibi olarak Atatürk’ün çevresindekilere vermiş olduğu hediyelerin de böylesine yorumlara yol açtığı düşünülebilir. Zira iki romanda Atatürk’ün kadın kahramanlara hediye ettiği bir teşbih veya broştan söz edilmektedir. Bunun kaynağını şimdilik tespit edemedim. I. Dünya Savaşında eşini kaybeden Claire Sheridan asil bir aileye mensuptur. Hep hareketli yerleri seçer. Önce ihtilâl sonrası Moskova’ya gider, sonra Atatürk’ün heykelini yapmak üzere Türkiye’ye gelir. Lozan görüşmeleri sırasında Lozan’dadır, oradan hemen İtalya’ya geçer. Claire Sheridan daha sonra tekrar Türkiye’ye gelir ve bir süre kalır. Hatıralarında Atatürk’e karşı hissî bir yakınlık duyduğu ve ona yaklaşmak için çırpındığı anlaşılan bu kadının durumu çok şüphelidir. Atatürk’ün onu daima çevresinden uzak tuttuğu onun da bunu hazmedemediği yazdığı üç hatıra kitabından anlaşılmaktadır. Belki de Atatürk ile bir yabancı gazeteci veya aydın kadın arasındaki hissî yakınlığın kaynağı bu yazarın hatıralarıdır.

Ann Bridge bir İngiliz diplomatının eşi olan O’Mallye, Mary Dolling Lady Sandres’ın takma adıdır. Mustafa Kemal’in yaverlerinden biriyle evli olan Feride’nin çocukluk arkadaşı İngiliz kızı Fanny Price’ın Mustafa Kemal’e aşkını anlatır. Price adı bu tarihlerde Türkiye’ye gelen ve Atatürk ile konuşan gazetecinin adıdır. Fakat burada söz konusu şahıs gazeteci değil, bir ilim adamıdır ve kendi ülkesinin millî istihbaratıyla yakından ilgilidir.

Fanny Price, Cumhuriyet kurulduktan sonra ziyaret ettiği çocukluk arkadaşının evinde Atatürk ile tanışır, ona hayran olur ve kendisine gösterilen yakınlığı da bir aşk olarak yorumlamaya başlar. Bu münasebetin tehlikeli olabileceğini hisseden Feride, akıllıca tutumu ile Fanny’nin İngiltere’ye dönmesini sağlar. Ana hatlarıyla konusu bundan ibaret olan eserde, Atatürk kıyafet inkılâbı ve kadının sosyal hayata karışmasına gayret gösterdiği faaliyetler içinde anlatılır. Genellikle Türk hayatını iyi anlattığı tenkitçilerce belirtilen ve beğenilen bu kitapta yazarın Yunanlılara haksızlık ettiği bir tanıtma yazısında dile getirilir. Bu eserde de kadınlarla ilgili inkılâpların ardında yabancı kadınların tesiri belirtilmek istenmiştir.

Ray Brock’un Ghost on Horseback adlı kitabı ise Atatürk’ün fazlaca katılarak romanlaştırılmış biyografisidir. Tenkitçilerin hiç de iyi karşılamadıkları bu eserin yazarının Ankara ve İstanbul’da savaş muhabiri olarak beş yıl bulunduğu belirtilmektedir. Ancak kendisinin bu günlerle ilgili röportaj veya haberlerine ben rastlamadım. Bu savaş muhabirliği İkinci Dünya Savaşına da ait olabilir. Bu eseri de, belki Atatürk hakkında yazılmış en iyi biyografilerden olan Armstrong’un The Grey Wolf’u ile Lord Kinross’un The Rebirth of a Nation, Atatürk adlı eserleriyle birlikte ele almak gerekir.

Catherine I. Gavin’in 1970’te yayımlanan The House of War’u çok hareketli, şahıs kadrosu iyi düzenlenmiş ve işlenmiş bir romandır. Atatürk’ü, savaş sırasında Ankara’da komşusu olarak bulunan bir gazeteci kadın ile aşk serüveni içinde anlatır. Çok rahat okunan bu eserde de üzerinde ısrarla durulan özellikler şunlardır:

1. Ankara’nın o günkü yoksul ve sıkıntılı durumu gerçekçi bir şekilde verilmiştir. Amerikalı misyonerler yardımda bulunmaktadırlar.

2. Herkesin dikkatinin kendisine yöneldiği Atatürk’ün duygu dünyası araştırılmış ve hayatına girmiş bulunan veya çevresindeki kadınlar ile Atatürk arasındaki münasebetler hayal edilmiştir. Atatürk’ün annesi, Fikriye Hanım, Halide Edib -isim değiştirilmiş ve çok itici bir tip olarak- bunlar arasındadır. Evelyn Barret cazip ve Gazi’nin gönlünü zapteden kişi olur.

3. Evelyn dinle ilgisi olmayan hatta annesi birçok din değiştirmiş bir kadın olarak da tanıtılsa, Gazi kelimesinden hoşlanmaz. Bu kelimede “Hristiyanları yok eden” mânâsı bulunduğunu söyler. Ayrıca, dinini değiştirerek evlenmek istemez. Hatta Gazi’nin kendisine hediye ettiği teşbihteki Tanrı’nın bilinmeyen yüzüncü adının Jesus Grist olabileceğini düşünür. Eserde çok açık bir şekilde Müslüman düşmanlığı söz konusudur. Yazar bunu hafifletmek için kahramanının dinle ilgisi olmadığını ısrarla belirtir. Böylece bir objektiflik sağlamak ister.

4. Atatürk iyi Fransızca konuşur, İngilizcesi yavaş ve doğrudur (s. 23). Atatürk ile ilgili tasvirler çok canlı ve gerçek duygusu uyandırıcıdır. Başlangıçta Evelyn Barrett için “Kemal bir insandan ziyade bir mittir” (a myth much more than a man) (s. 26).

5. İstanbul ile ilgili tasvirlerde, günümüzün turistik gezi intibaları da yer almaktadır, (s. 115).

6. Evelyn’in kocası Jeff vasıtasıyla da Yunanlılara ve Rumlara duyulan sempati ve acıma, onların çok iğrenç yanlarını da göstermesine rağmen, ortaya konur ve İzmir’in yanışı anlatılır. Jeff bu sahnelerdeki karakteri ve davranışı itibariyle tam bir “kahraman kovboy” şeklinde tasvir edilir.

7. Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafı çok güzel bir şekilde Evelyn’in gözünden görülmüş ve roman gerçeğine aktarılmıştır (s. 182).

8. Atatürk’ün Hristiyanlara karşı zalim davranmamasının arkasında bir Hristiyan kadına duyduğu sevginin rolü aranmıştır, (s. 223) Yazar bunu Atatürk’ün hayatının çeşitli devirlerine ait anekdotları birleştirmek suretiyle yapmıştır.

9. Basının önemi belirtilerek zaferde Amerika’ya da pay verilmek istenmiştir. Savaş sırasında Atatürk’ten basın konferansı istenir.

Bu eserde Halide Edib’in hatıratından çok faydalanılmıştır. Evelyn’in Atatürk’ün Türkiye’nin çağdaşlaşmasında rol oynamakla birlikte, onu zor durumda bırakmamak için aşkını feda edişinin modeli ise —tersinden bakılmış olarak- muhtemelen Windsor Dükü ile Düşesinin hikâyeleridir.

The Eunuch of Stanboul’da. bir casusluk hikâyesi anlatılır. Bu eser hemen hemen hiçbir gerçekçilik duygusu uyandırmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin emniyet genel müdürü sarayın eski haremağasıdır. Şehzadelerden Prens Ali önemli bir güvenlik görevindedir. Saltanat kaldırılmıştır ama saray hâlâ idareye hâkimdir. Bunlar Kaka adlı bir irtica hareketini gerçekleştirecek kişilerdir. Romanda birbirine inanıp güvenebilecek iki kişi bile bulunmaz. Herkesin içinden geçeni bilen Kaka’nın sorumlu şahsı haremağası Kâzım’a karşı eski bir İngiliz subayı savaşır ve onların suç belgelerini Atatürk’e ulaştırır. Eserde Atatürk sadece bir yattaki davette görülür ve kendisine ihanet belgeleri verilir. Eser Atatürk’ün nutku ile biter. Burada da Atatürk “hemen hemen efsanevî şahıs” (almost legendary figure) diye nitelendirilir (s. 316). Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı hazırlanmış olan bu ihanet hareketinde, bu iki şahıstan başka, bazı etnik gruplar ile Almanlar yer almaktadır. İngiltere ile Almanya’nın ticarî çıkarlarının çatışması dolayısıyla yazar, İngiltere’nin dostluğunu Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkılmaktan kurtarmak suretiyle vermek istemiş olabilir.

Herhalde bu kitabı yazmak için Atatürk ve Türkiye hakkında yazar birşeyler okumuştur ama çok budalaca maddî hatalar yapar. Şahsî çıkarlar ve İngiliz çıkarları ile tipik vurdulu kırdılı romanlardan biri olan eserde, Atatürk hakkında da eserin bütünü ile kaynaştırılmadan, ansiklopedik bilgi verilmesiyle yetinilmiştir. Sonunda Atatürk’ün mutlak gücü ortaya konulsa da, İstanbul bütün casusların, eski kalıntıların rahatlıkla at koşturdukları, tehlikeli bir macera şehri olarak gösterilmiştir.

Görülüyor ki Atatürk’ü roman kahramanı olarak işlemiş olan eserler aslında bizim zevkimizi pek okşamamaktadır. Ancak hayat gerçeği ile sanat gerçeği birbirinden farklıdır. Hayattaki gerçeğin seçilmesi, gerekiyorsa değiştirilmesi ve yeni baştan inşa edilerek sanat gerçeğinin ortaya çıkması gerekir. Tarih geçmiş hayatın gerçeğidir. Fakat bir tarih kitabı bile tarihi meydana getirenleri canlandıramaz. Bundan dolayı, bütün malzemeyi muhayyilesinin gücü ile yeniden hayata kavuşturacak sanatkârlara ihtiyacımız var. Yahya Kemal, nesrimiz ve resmimiz olmadığı için tarihimizin öksüzüyüz diyerek hemen bir İstiklâl Savaşı müzesi kurulmasını dilemiştir. Millî Mücadele günlerinde ve Atatürk’ün yanında görmesini bilen ve gördüğünü iyi anlatan yazarlarımız vardı. Bu büyük bir şanstır. Bugün hem o eserleri yeniden gün ışığına çıkararak tanınmasını sağlamak hem de bu malzemenin yeni eserler için kaynak olduğunu göstermek gerekir. Bu kaynak malzemenin sadece kütüphanelerde birkaç nüsha olarak bulunması, bu sahadaki canlı bir edebiyatın ortaya çıkmasında da bir engel olabilir. O devir eserlerinin külliyatlar halinde mutlaka neşredilmesi gerekmektedir. Hangi anekdotun, hangi cümlenin, hatta kelimenin, bir sanatkârın hayal gücünü harekete geçireceğini bilemeyiz.

 
 
  Bugün 4 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol